İnsanların Rabbine. Bütün insanların kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine, yani halk ve emriyle insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğâsık, kara topraktan o duygusuz, karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar yetiştiren, onlara yaramaz şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf ve terbiyesiyle tavırdan tavıra, halden hâle kemâle erdirerek büyüte büyüte akıl ve iz'an verip insanlık gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak bütün yaratıklar içinde seçkin bir halde kendi cinsiyle birlikte, toplum hâlinde yaşayacak hâle getiren ve getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye fikriyle rububiyet anlayışını öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır uğrunda çalışmak yolunu gösteren Mevlâsına,
2. O insanların meliki (hükümdarı)ne. Yani o terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık güçleri gelişmeye başlayan, insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün melekelerini ve güçlerini hayır nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete sevketmek üzere mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak ile idare eden hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil, "Mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i İmrân, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendisine mahsus bulunan melikler meliki, padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına,
3. yani İnsanların ilâhına, o insanların hak mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı haksızdan, hakikati hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî zevkten, kastedilen gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek vicdanları hak bilgi ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin mahiyetini öğrenmiş, varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini, bütün cihanın zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu, o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vicdanları saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin, celâlindeki cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz tutmuş, uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini teslim etmiş selîm kalp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek ibâdet edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir, var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım.
"Rab" ismi, rabbü'd-dâr (ev sahibi), rabbü'l-mâl (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'dan başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh yok." olduğu için ilâh ismi şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun iyice anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz görülebilirse de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih etmişlerdir. Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız insanların değil, her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rablığı, Melikliği, İlâhlığı nizamı altında dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi önce insanlara izafetle tahsis buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı, insanların ilâhı" diye açıklamaya lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi:
1- Kur'ân'ın iniş hikmeti insanların terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu için bunu başında olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun terbiyesine Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın sonundan başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin "Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak doğrudan doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin başındaki "Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol göstericidir." (Bakara, 2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi, "İnsanların Rabbi" buyurulması "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu başa bağlamıştır. Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması da bu nükte ile uyumludur.
2- Ebu's-Suud'un beyân ettiği üzere bunda "iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya lâyık bir sığınış yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden bir fert bulunduğu insan cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine intisab edişi ve tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir. Ve Allah Teâlâ'nın bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde bulunduğuna delâlet eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer, özellikle nizamlara düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak için insanların ona karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde, kulluk safında dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım üzerinde senin saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere şeytanın nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir insan ferdinin böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilâhına sığınırım." diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde sığınması, "Ey Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren sen, benim bütün varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine en yüksek sevgi ve saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim bulunan mabudum, tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım ve sığınıyorum." demek mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha belâgatlıdır. Çünkü insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler saffında, ehlullah (Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde korunmak üzere Rablığın en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan ilâhlık hüküm ve yardımına toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını itiraf ile hamd ve senânın yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş sayacak kadar şükran hissi ile hayırlı olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır. Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın fazileti daha yüksektir. Beydâvî gibi bazı tefsirciler "İnsanların Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada sığınılan vesvese şerrinin insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle yetinmişlerse de yeterli değildir.
"Nâs" kelimesinin tekrar edilip de "Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir getirme) değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir de, şöyle der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasıyla tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi olmasaydı, elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı diye tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi."
Bu açıklamaya göre (en-Nâs), üçünde de aynı mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın şerefini artırmak için tekrar olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir. Alûsî de: "Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi halinde ikinci, evvelin aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih etmiş ise de, fâsılanın fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık olma ve beyân atfı da nâsa değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde muzafun ileyhin muzafa (tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan etmiş olması daha doğru ve daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine karine (ip ucu) bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha çok uzatanlar burada tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin derecelerine ve yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir.
İbnü Sina ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle süslenmeye kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden boş olur. Nitekim "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz." (Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî) mertebesi denilir. Sonra ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve bedîhiyyat (apaçık şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî mechulleri arayıp bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl) mertebesi denilir. Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile (his hâlinden, iş hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl) mertebesi denilir. İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık) ve gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir. Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek terbiyeciye muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci mertebede onlardan fikrî ilimlere geçme melekesi meydana gelir ki "İnsanların hükümdarı" bu mertebeye işaret eder. Sonra da üçüncü mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan, fiile çıkmasıyla nefsin tam kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu mertebeye işaret eder. Demek ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı mânâda tekrar olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret olunarak Hak Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli eden hüküm ve tasarrufuna göre birer isim ile isim vererek tanıtmıştır.
Razî, Felâk Sûresi'nde bunu nakletmekle beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela Rabb'i zikr ile başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise Hak Teâlâ'nın insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip ona akıl verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik olduğuna delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da ona ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun, katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç olmadığını marifete intikâl eder, o zaman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü hükümdar, başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra kul O'nu böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin vasfı üzerinde bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak tanır."
Beydâvî de bunu şöyle ifade etmiştir: Bu yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya kâdir ve O'na karşı koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını tanımak için yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü o, ilk bakışta kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin bir Rabbi olduğunu bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki, o Hak Teâlâ he rşeyden zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları O'ndandır, O hak hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık olan ancak O'dur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı yerine indirmekle alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani âdet, mühim bir belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna ve terbiyecisine sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına çıkarır. O da derdini gideremezse onu hükümdarların hükümdarı ve her şikayet ve sığınmanın son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada Allah'a hem Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla sığınmak vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de işâret vardır."
Bazıları tekrar olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler ve orta yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir.
Görülüyor ki üç "nâs" arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır. Bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi de birbirine yakındır. Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de muzaf olan Rab, Melik ve İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum ve husus farkıdır. Rab ismi terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya dayandığı için akıl sahibi olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için daha geneldir. Bu karine (ipucu) ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı, akılsız bütün insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise "mîm"in ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da "mîm"in esresiyle "milk"ten daha özel olarak akıllıların tümü üzerinde siyâset ile tedbir ve işlerin idaresi mânâsından geldiği, "melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik", "rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in ötresiyle mülk, toplum üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde siyasete tahsis edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir de, "Varlıkların hükümdarı" denilmez. Şu halde "melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete lâyık olmayı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an, ahlâk ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl, bir erginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olması akla gelir.
Şu halde birinci "nâs"ın, rablık hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç ve aklî melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere "istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır. Yani terbiye edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü meliklik ve ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir. Gerek başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız değildir. Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme mertebelerindeki farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir. Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs" deyiminin bazan âdi insanlar mânâsına hakaret etmek için kullanıldığı da biliniyor ise de, bu mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab isminin izafeti de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme kastına zıt olacağından, bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine (ipucu) yoktur. "Lâm"ın istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu. Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı beyânda asıl maksad mânâyı beyan etmek değil, tasdik olunanı ve müsemmâ (isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği zaman, Ebu Hafs ile Ömer arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı beyandır. Ve onun için Ebu Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil, camid isimle olmaktır, diye Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid isim hükmünde olduğu beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada vasıflık durumundan dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim yerinde olarak beyân atfı olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs", birincinin büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması da gerekmez. Şu kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla izafetin beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr edilemez. Şu halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil, Rabbin zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı her birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde ikinci "nâs"da "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir karine (ipucu) bulunmuş olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye olunan insanlar içinden yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye başlamış, her birinde isteyerek gayret ve çalışma yetkisi meydana gelmiş, bundan dolayı hayır nizamını bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma yeteneği yüz göstermiş olup da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve adalet dairesinde telif ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet ve yeteneğine göre gayret göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri için siyâsete ve "bilfiil akıl" denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre, muhafaza ve korumaya muhtaç bütün akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazım gelir ki, küçük büyük, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde Rablığı geçerli olan tek Rab ve böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden, ne de yaratıklardan birisi olması mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş insanların ibadet ve ubûdiyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri, muhabbet ve rızasını en yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili kul ve esirleri safında dizilmeyi canlarına minnet saydıkları tek mabûd, o, gönülleri doyulmaz ebedî vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha yüksek güzellik neşesini uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede ile yaklaşma aşkını heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; nefesleri tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her acı korkuda bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine mahsus bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye beyan buyurulmuştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de onlara uyan ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin erkek ve kadınlar, müslüman erkek ve kadınlar gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha Sûresi'nde "Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların yoluna." (Fâtiha, 1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete kesinlikle iman ederler. İşte onlar,Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5) buyurulan insanlar olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad olunanlar da bunlardır. Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri altında birer âyette üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ecektir ki, onda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi âyetlerde hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü tavırlarını da hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar ölüler iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları, Rablık hükmüyle hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki insanları Melik'lik hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların hükümdarına, sonra da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükmüyle ebedî ahiret hayatıyla yeniden diriltip toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna döndürecek olan, yani kudreti bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan insanların ilâhına sığınırım de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan zoraki döndürmeden önce her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek olan tevbe ve hak yola dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak "Allah'da bâkî olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara!
klerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! Âmin".
2. O insanların meliki (hükümdarı)ne. Yani o terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık güçleri gelişmeye başlayan, insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün melekelerini ve güçlerini hayır nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete sevketmek üzere mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak ile idare eden hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil, "Mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, dilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i İmrân, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendisine mahsus bulunan melikler meliki, padişahlar padişahı, hükümdarlar hükümdarına,
3. yani İnsanların ilâhına, o insanların hak mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı haksızdan, hakikati hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî zevkten, kastedilen gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek vicdanları hak bilgi ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin mahiyetini öğrenmiş, varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini, bütün cihanın zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu, o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vicdanları saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin, celâlindeki cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz tutmuş, uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini teslim etmiş selîm kalp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek ibâdet edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir, var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım.
"Rab" ismi, rabbü'd-dâr (ev sahibi), rabbü'l-mâl (mal sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'dan başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh yok." olduğu için ilâh ismi şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun iyice anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz görülebilirse de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih etmişlerdir. Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız insanların değil, her şeyin Rabbi ve bütün âlem onun Rablığı, Melikliği, İlâhlığı nizamı altında dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi önce insanlara izafetle tahsis buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı, insanların ilâhı" diye açıklamaya lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi:
1- Kur'ân'ın iniş hikmeti insanların terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu için bunu başında olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun terbiyesine Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın sonundan başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin "Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak doğrudan doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin başındaki "Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol göstericidir." (Bakara, 2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi, "İnsanların Rabbi" buyurulması "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın azabından) korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu başa bağlamıştır. Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması da bu nükte ile uyumludur.
2- Ebu's-Suud'un beyân ettiği üzere bunda "iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya lâyık bir sığınış yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden bir fert bulunduğu insan cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine intisab edişi ve tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir. Ve Allah Teâlâ'nın bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde bulunduğuna delâlet eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer, özellikle nizamlara düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak için insanların ona karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde, kulluk safında dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım üzerinde senin saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere şeytanın nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir insan ferdinin böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilâhına sığınırım." diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde sığınması, "Ey Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren sen, benim bütün varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine en yüksek sevgi ve saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim bulunan mabudum, tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım ve sığınıyorum." demek mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha belâgatlıdır. Çünkü insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler saffında, ehlullah (Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde korunmak üzere Rablığın en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan ilâhlık hüküm ve yardımına toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını itiraf ile hamd ve senânın yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş sayacak kadar şükran hissi ile hayırlı olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır. Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın fazileti daha yüksektir. Beydâvî gibi bazı tefsirciler "İnsanların Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada sığınılan vesvese şerrinin insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle yetinmişlerse de yeterli değildir.
"Nâs" kelimesinin tekrar edilip de "Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir getirme) değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir de, şöyle der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasıyla tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi olmasaydı, elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı diye tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi."
Bu açıklamaya göre (en-Nâs), üçünde de aynı mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın şerefini artırmak için tekrar olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir. Alûsî de: "Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi halinde ikinci, evvelin aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih etmiş ise de, fâsılanın fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık olma ve beyân atfı da nâsa değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde muzafun ileyhin muzafa (tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan etmiş olması daha doğru ve daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine karine (ip ucu) bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha çok uzatanlar burada tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin derecelerine ve yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir.
İbnü Sina ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle süslenmeye kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden boş olur. Nitekim "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz." (Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî) mertebesi denilir. Sonra ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve bedîhiyyat (apaçık şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî mechulleri arayıp bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl) mertebesi denilir. Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile (his hâlinden, iş hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl) mertebesi denilir. İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık) ve gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir. Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek terbiyeciye muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci mertebede onlardan fikrî ilimlere geçme melekesi meydana gelir ki "İnsanların hükümdarı" bu mertebeye işaret eder. Sonra da üçüncü mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan, fiile çıkmasıyla nefsin tam kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu mertebeye işaret eder. Demek ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı mânâda tekrar olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret olunarak Hak Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli eden hüküm ve tasarrufuna göre birer isim ile isim vererek tanıtmıştır.
Razî, Felâk Sûresi'nde bunu nakletmekle beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela Rabb'i zikr ile başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise Hak Teâlâ'nın insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip ona akıl verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik olduğuna delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da ona ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun, katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç olmadığını marifete intikâl eder, o zaman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü hükümdar, başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra kul O'nu böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin vasfı üzerinde bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak tanır."
Beydâvî de bunu şöyle ifade etmiştir: Bu yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya kâdir ve O'na karşı koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını tanımak için yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü o, ilk bakışta kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin bir Rabbi olduğunu bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki, o Hak Teâlâ he rşeyden zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları O'ndandır, O hak hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık olan ancak O'dur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı yerine indirmekle alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani âdet, mühim bir belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna ve terbiyecisine sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına çıkarır. O da derdini gideremezse onu hükümdarların hükümdarı ve her şikayet ve sığınmanın son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada Allah'a hem Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla sığınmak vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de işâret vardır."
Bazıları tekrar olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler ve orta yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir.
Görülüyor ki üç "nâs" arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır. Bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi de birbirine yakındır. Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de muzaf olan Rab, Melik ve İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum ve husus farkıdır. Rab ismi terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya dayandığı için akıl sahibi olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için daha geneldir. Bu karine (ipucu) ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı, akılsız bütün insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise "mîm"in ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da "mîm"in esresiyle "milk"ten daha özel olarak akıllıların tümü üzerinde siyâset ile tedbir ve işlerin idaresi mânâsından geldiği, "melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik", "rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in ötresiyle mülk, toplum üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde siyasete tahsis edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir de, "Varlıkların hükümdarı" denilmez. Şu halde "melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete lâyık olmayı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an, ahlâk ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl, bir erginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olması akla gelir.
Şu halde birinci "nâs"ın, rablık hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç ve aklî melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere "istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır. Yani terbiye edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü meliklik ve ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir. Gerek başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız değildir. Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme mertebelerindeki farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir. Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs" deyiminin bazan âdi insanlar mânâsına hakaret etmek için kullanıldığı da biliniyor ise de, bu mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab isminin izafeti de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme kastına zıt olacağından, bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine (ipucu) yoktur. "Lâm"ın istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu. Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı beyânda asıl maksad mânâyı beyan etmek değil, tasdik olunanı ve müsemmâ (isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği zaman, Ebu Hafs ile Ömer arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı beyandır. Ve onun için Ebu Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil, camid isimle olmaktır, diye Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid isim hükmünde olduğu beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada vasıflık durumundan dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim yerinde olarak beyân atfı olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs", birincinin büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması da gerekmez. Şu kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla izafetin beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr edilemez. Şu halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil, Rabbin zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı her birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde ikinci "nâs"da "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir karine (ipucu) bulunmuş olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye olunan insanlar içinden yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye başlamış, her birinde isteyerek gayret ve çalışma yetkisi meydana gelmiş, bundan dolayı hayır nizamını bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma yeteneği yüz göstermiş olup da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve adalet dairesinde telif ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet ve yeteneğine göre gayret göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri için siyâsete ve "bilfiil akıl" denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre, muhafaza ve korumaya muhtaç bütün akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazım gelir ki, küçük büyük, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde Rablığı geçerli olan tek Rab ve böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden, ne de yaratıklardan birisi olması mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş insanların ibadet ve ubûdiyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri, muhabbet ve rızasını en yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili kul ve esirleri safında dizilmeyi canlarına minnet saydıkları tek mabûd, o, gönülleri doyulmaz ebedî vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha yüksek güzellik neşesini uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede ile yaklaşma aşkını heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; nefesleri tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her acı korkuda bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine mahsus bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye beyan buyurulmuştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de onlara uyan ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin erkek ve kadınlar, müslüman erkek ve kadınlar gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha Sûresi'nde "Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların yoluna." (Fâtiha, 1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete kesinlikle iman ederler. İşte onlar,Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5) buyurulan insanlar olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad olunanlar da bunlardır. Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri altında birer âyette üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ecektir ki, onda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi âyetlerde hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü tavırlarını da hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar ölüler iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları, Rablık hükmüyle hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki insanları Melik'lik hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların hükümdarına, sonra da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükmüyle ebedî ahiret hayatıyla yeniden diriltip toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna döndürecek olan, yani kudreti bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan insanların ilâhına sığınırım de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan zoraki döndürmeden önce her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek olan tevbe ve hak yola dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak "Allah'da bâkî olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara!
klerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! Âmin".
- Mühür
enfal.net | İslâmî İçerik Platformu